Sunday, July 26, 2009

Osmanlı Döneminde İstanbul'da Mesire Yerleri, Doğal ve Halka Açık Parklar



I. İSTANBUL’DA OSMANLI-TÜRK BAHÇE MİMARİSİ
Prof. Dr. Mehmet Tunçer
AİBÜ Mühendislik Mimarlık Fakültesi – Mimarlık Bölümü Başkanı

İstanbul'da Osmanlı-Türk dönemi bahçe mimarisi ve su kıyısı kullanımlarına ilişkin araştırma ve incelemeler yeterli denilemez. Çünkü bugün, olduğu gibi korunabilmiş tek bir Türk bahçesi bulamayız. Eski bahçelerden pek azı, çok bozulmuş ya da harap olmuş bir biçimde, bize kadar kalmış, ötekiler de bütünüyle ortadan kalkmıştır. Su kıyısı düzenlemeleri de benzer şekilde genellikle ortadan kalkmış, yok olmuştur.

Bununla birlikte, dini ve özellikle sivil mimarimizin varmış olduğu yüksek ilerleme derecesini göz önünde tutarak, bahçe mimarimizin ve su kıyısı düzenlemelerinin de hiç olmazsa aynı olgunluğu bulmuş olduğu kabul edilebilir. Bahçe konusunun halk dilinde ve edebiyatımızda eskiden beri aldığı önemli yer ve İstanbul bahçelerine ait destanlar, bu kanıyı güçlendirmektedir.

Prof. Sedat Hakkı ELDEM, 1940'lı yıllarda hazırladığı "Türk Bahçeleri" adlı araştırmasında mevcut bahçe ve mesirelerin bu dönemde, her ne kadar bozulmuş, harap olmuş veya son yüzyıl eserleri olsalar bile, bunları toptan inceleyerek sonuçlara ulaşmış ve genellemelere varmıştır. Yol kalıntıları, havuz ve duvar izleri, başka bir yerde rastlanabilen bir köşk ya da çardak izi bu incelemenin esas elemanlarını oluşturmuştur.

Bu araştırmada eksikleri tamamlamak için, başvurulan ikinci bir kaynak da eski bahçeler ve su kıyılarına, yalılara ait eski resimli tasvirler, gravür ve fotoğraflardır. Bu resimler ve gravürler hayali ya da gerçek bahçelere, yalılara, kıyılara ait olup, ayrıntıları yeteri derecede aydınlık olmasa bile, bütün hakkında fikir vermektedirler. Başvurulan bir başka kaynak da yazılı dökümantasyon ve araştırmalardır. Konu bu üç temel kaynağa göre incelenmiş ve Türk bahçesi ve su kıyısı düzenlemeleri hakkında, pek kesin olmasa bile, genel bir fikir verilmeye çalışılmıştır. Çeşitli veriler bir araya getirilerek, Türk Bahçesi / Su kıyısı düzenlemeleri hakkında var olan ve kısıtlı bir süre zarfında ulaşılan bilgiler düzenli ve yararlı hale getirilmeye çalışılmıştır.


I.1. Osmanlı Döneminde İstanbul'da Mesire Yerleri,
Doğal ve Halka Açık Parklar

I.1.1. Kağıthane Mesiresi:


Kağıthane Mesiresi birkaç yüzyıl boyunca bütün İstanbul halkının rağbetini görmüştür. Uzunluğu bakımından İstanbul’un en büyük mesirelerinden biridir. Halka açık olan bölümü, derenin iki sahilince Fil köprüsünden Doğancılar Köprüsü’ne kadar ve oradan itibaren yalnız sol sahilde olmak üzere, Kağıthane köyüne kadar uzanır. Dere, iki köprü arasındaki kısmında, rıhtım duvarları ile çevrilmiştir. Hünkar köşkü ile Has bahçe, Doğancılar köprüsünden Kağıthane köyüne kadar olan kısmın sağ sahilini oluşturur. Bu kısımda dere düzenlenerek iki tarafı birbirine paralel rıhtım duvarları ile çevrilmiş ve Türkiye’de bahçe mimarisinde yapılmış en uzun kanal inşa edilmiştir. Bu kısım Cetvil-i sim olarak tanınmıştır.

Genişliği yer yer değişen, iki çıplak tepe sırası arasında uzanan Kağıthane Vadisi, olağanüstü etkili ve orantılı bir mekan oluşturmaktadır. Bu alanın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş büyük ağaç kümeleri, göz için gerekli ölçüyü verirler. 1940'lara kadar mevcut olan Çağlayan köşkünden başka, yalnız İmrahor köşkü bahçesi içinde ve harab bir halde ayakta durmaktaydı. (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976). (Resim)

I.1.2. Göksu:

Geniş alan kaplayan mesirelerden biri de Göksu mesiresidir. Bu mesire yerinin incelenmesi, bize, bu gibi yerlerin ne kadar ince bir duygu ve kuvvetli bir anlayış ile alınarak işlendiğini öğretir. Göksu mesiresi, Kağıthane ile önem ve rağbet bakımından yarışırdı. Topoğrafik yapısı Kağıthane’ninkinden ayrıdır. Çayır, Küçük ile Büyük Göksu arasındaki alanı Boğaziçi sahiline kadar kaplar ve Göksu deresini izleyerek Dört Kardeşler mevkiine kadar uzanırdı. Göksu deresine, küçük bir kolun aktığı yerde ise çayır bir miktar genişlerdi. Çayır Anadolu Hisarı ve Yenimahalle sırtları ile sınırlanmış, Boğaz tarafı ise açık kalmıştır. Bu fevkalede sevimli sahayı insan eli çok anlayışlı bir surette işlemiş ve en uygun yerlerini uygun motiflerle belirterek değerlendirmiştir. Küçüksu ağzındaki kasır ve dört yüzlü çeşme ile taş sofa, Anadolu Hisarına güzel bir karşılık oluşturmakta ve Çayırın Boğaza açılan kısmını, uyumlu bir biçimde çerçevelemektedir. Bu güzel eser II. Mahmud yapısı ve 1802 tarihlidir. (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976). (Resim)


Derelerin üzerine atılmış çeşitli köprüler, ağaç grupları ve çeşmeler çayırı ayrıca süslemektedir. Göksu deresinin sağ sahilinde, su değirmeni önündeki ahşap köprü hizasındaki sahada, karakteristik ve büyükçe bir sofa vardır. Bu set II. Mahmud zamanında inşası tasarlanan bir köşkü taşımak üzere yapılmış ve sonradan vazgeçilmesi üzerine bu halde kalmıştır.

Eskiden yolun sol tarafında bir çeşme, sağ tarafında da bir namazgah seti vardı. Çeşmenin yazı taşları yok olmuş, yalakların bir kısmı da sökülmüştür. Bununla beraber, kalan parçalar, eserin II. Selim zamanına ait olduğu gösterir. Çeşme, dört yalaklı tiptedir, özelliği büyük yalaklardan birinin önündeki kanaldadır. Eskiden 10 metre kadar uzunlukta olan bu kanalın kenarları muntazam taşlarla çevrilmişti. Sonu mevcut olmadığı için suyun dereye nasıl boşaldığını bilinmemektedir. Biraz ilerdeki namazgaha ait iki ağaç ve küçük bir tümsekten başka bir şey kalmamıştır. (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976).

Köşklü set, az eğimli bir arazi üzerine, gayet sevimli ve Göksu deresinden biraz ayrılmış, tepeciklerle çevrilmiş bir alanın kenarına yapılmıştır. Sofanın şekli, arkası yarım yuvarlak, önü ise çok hareketlidir ve iki köşe ayağı arasında bir konvex eğriden ibarettir. Bunlar demir kenetlerle tutturulmuş ve boğaz taşından kaideler üzerine oturtulmuş, ot taşı levhalardır. Setin üstünde, küçük bir kasrın temelleri vardır. Bu temel duvarlarına göre, kasrın planı, şimdiki Küçüksu kasrının planını hatırlatır. Sofanın, ortalarına yakın bir yerinde büyükçe ve 1811 (H.1226) tarihli bir yazılı taş vardır. Sofanın ve köşkün niteliği hakkında tereddüt uyandıran şeylerden biri de etrafta serpilmiş, işlenmiş taşlardır. Bunların karakteri çok kabadır ve 19. Yüzyılın ikinci yarısına ait oldukları etkisini uyandırırlar. Küçüksu kenarındaki sınırlı Has Bahçe alanından başka her yanı halka açıktı. Göksu deresi kenarına yapılmasına izin verilen fabrikalar, Boğaz ağzındaki ilkokul, çayırı bölen ağaçlı yol ve nihayet yeni vapur iskelesi ile çeşmeli sofa üstündeki kahve, bu emsalsiz Boğaz köşesinin güzelliğini bozmuştur. (Resim)

Evliya Çelebi, Göksu mesiresi için şöyle diyor: “Ab-ı hayat misali bir nehirdir ki, Alem dağlarından cereyan edip gelir. İki tarafları yüksek ağaçlarla müzeyyen bağlardır ve ekseri yerleri Halıcı Zade bahçeleri ve un değirmenleridir. Bu nehir üzerinde bir tahta köprü var. Cümle uşakkan kayıklar ile bu nehirden ileri ferahfeza köylere varıp ağaçlar altında zevk ve sohbet ederler. Vacib-ül seyr bir mesiredir” (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976).

I.1.3. Balta Limanı Çayırı:

Boğazın en sevimli, ancak uzun yıllardan beri terk edilmiş mesirelerinden biri de Balta Limanı çayırıdır. Çayır iki sırt arasındaki (Fıstıklı Bağ Tepesi ile Halim Paşa Koruluğu) vadinin bir yanını kaplar ve içinden Balta Limanı Deresi akar. Vadi dereyi izleyerek ve gittikçe daralarak, Kanlı Kavak Deresi' nin, Balta Limanı Deresi'ne döküldüğü yerde ikiye ayrılır. Çukur Bağ denilen yere kadar derenin iki tarafında büyük ağaç kümeleri vardır. Derenin boğaza döküldüğü ağzı, sonradan doldurulmuş ve burada yapılan Balta Limanı Sarayı ve bahçesiyle, çayırın manzarası kapanmıştır. Çayır içinde, insan elinin yaptığı eklentiler, özellikle 300 metre kadar uzanan ve çayırın bir yanını sınırlayan, satranç biçimindeki ağaçlıktır. Bu ağaç sırasının sonunda doğa yine serbest bırakılmış ve bu geçiş noktası, fıskiyeli setler ile karakterlendirilmiştir. Bu setler üç kat olarak yapılmış, en alt kata da çıkıntı biçiminde bir havuz eklenmiştir. Fıstık ağaçlarının sıraya alınmış olmaları ve yaşları III. Selim devrini hatıra getirir. (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976). (Resim)

Yol boyundaki koruluk saray ile beraber dikilmiş, burada ikişer sıra ağaç arasında büyükçe bir boşluk bırakılmış ve böylelikle güzel bir yeşillik mekanı oluşturulmuştur. Burada bulunan fevkani bir köşkün ancak alt bölümleri kalmıştır.

I.1.4. Sultaniye Çayırı:

Sultaniye Çayırı diğer mesire yerlerinden ayrı olarak, daha küçük ve sade bir yapıya sahipti. Burası Boğaz sahilinde, çayır ortasında kurulmuş büyük bir ağaç grubundan oluşmuştu ve ağaçların altında kademeli bir çifte çemensofa vardı. Mesire yeri oldukça küçüktü ve sahilde 150 yıl öncesine kadar duvarları meydanda olan meşhur “Acem Köşkü” ve bahçesi vardı. Evliya Çelebi’ye göre, Beykoz’un güney tarafında leb’ideryada (denize nazır) bulunan Sultaniye Bahçesi II. Beyazıd yapısı ve “bir bağ-ı cenan misal-i gülistandır”. Burada öyle serviler vardır ki ”kebkeşan asa semaya ser çekmiştir” (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976). (Resim)

I.1.5. Çubuklu Mesiresi:

Sultaniye çayırına yakın olan Çubuklu mesiresi, aynı esaslara göre kurulmuştur. Sahile yakın bir yerde, büyük ağaçlar altında bir havuz ile çeşmeli sofaları vardır. Bugün, havuz ve çeşme mevcut olmakla birlikte depolar ve iskele ile rıhtım inşaatı, çayırı sahilden ayırmış bulunmaktadır. Eskiden beri rağbette olan bu mesireye bugünkü çehresini veren ve Feyzabad adı altında canlandıran III.Ahmed’in damadı İbrahim Paşa’dır. Havuz, sadece taş kaldırım ile çevrilmiş ve bir yalak ile beslenmiştir. Çeşmeli sofa, daha iyi vaziyettedir. 1720-1721 (1133) tarihli ve çok zengin bir üslubda inşa edilmiş olan tek cepheli çeşme, sofanın ortasında değil, bir yüzün üstünde bulunmaktadır. Göksu ve Çağlayan sofalarında da aynı düzen göze çarpmaktadır. Sofanın bir köşesinde bir mihrab taşı vardır (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976). (Resim)

I.1.6. Havuzbaşı Mesiresi:

Çengelköy ve Beylerbeyi arasında bulunan Havuzbaşı Mesiresinde, havuz ile oturma soflarının bir araya getirilerek çok kullanışlı bir çözüm yolu bulunduğu söylenebilir. Hafif eğimli bir arazi üzerinde inşa edilmiş olan bu sofa, üç tarafından güçlü bir istinat duvarı ile tutulmuş ve ortasında havuz, iki tarafında da yan sofalar olmak üzere üç kısma ayrılmıştır. Ortalama 8-12 metre büyüklüğünde olan havuz, geniş kapak taş çevrilmiş ve sofanın ön yüzüne kadar uzatılmıştır. Bir sıra asırlık çınar ağacı, eski satranç dizisinin son kalanlarıdır. Sofaların, bu ağaçların biraz gerisinde bulunmaları ve ağaçların da sofaların üzerine dikilmemiş olmaları, dikkati çekmektedir. I. Abdülhamid zamanından kalmış olan bu grup, eskiden denize kadar uzanan bu mesireye aitti. Bugün deniz tarafı kapanmıştır.

Yukarıda kısaca açıklanan, en tipik birkaç mesire yerinden başka bir dereceye kadar eski bünye ve karakterlerini muhafaza etmiş çayır ve mesire yerleri daha var ise de, bunlar günden güne özelliklerini kaybetmiş ve çoğu, asırlık ağaçları kesilerek ve üzerlerinde yeni tesisler yapılarak veya imar/ifraz edilerek konut alanına açılmışlardır. (Resim)

I.2. Setli Mesire ve Özel Bahçeler

Buraya kadar incelenen mesire ve çayırlar, araziyi zorlamadan ve tersine, arazinin topoğrafik yapısı hesaplanarak kompoze edilmiş yerlerdir. Zemin izin verdikçe, bu serbest ve doğaya karşı saygılı usül tercih edilmiş ise de, çok hareketli olan İstanbul’un arazisi, her zaman bu çözüm yollarına imkan vermemiş ve bazen arızalı alanları bile mesire ve bahçe olarak kullanılır bir şekle sokmak zorunluluğunu doğurmuştur. Bu durum setli ve kademeli bahçe mimarisini ortaya çıkarmıştır. Büyük mesirelerde arazi, setli olarak yapılmayıp, doğal şekilde bırakılmıştır. Bu nedenle, setli mesirelere daha az rastlanmaktadır. Bazen setli kısım, daha büyük bir mesirenin bir parçasından ibarettir.
Ihlamuraltı, bu tür mesirelerin en büyüklerinden biridir. Teşvikiye ile Abbas Ağa mahallelerinin yer aldığı sırtlar arasında Ihlamur Deresi ve çayırlığı uzanmakta ve Fulya Bayırı'nda son bulmaktadır. Çayırın sonu Has Bahçeye ayrılmış ve duvar içine alınmıştır. Burada eskiden Hacı Hüseyin Bağı bulunmakta idi. Şimdi yerinde Nüzheriye veya Ihlamur Köşkü vardır. Muradiye sırtlarının etekleri istinat duvarlarıyla tutulmuş, Abbas Ağa sırtları ise bütünüyle setlerle düzenlenmiştir. Bu setler üzerinde çeşitli nişantaşları, su hazineleri ve en aşağıdakinde bir havuz, üstten bir alttaki set üzerinde de sıra ile fıstık ağaçları dikilmiş bulunmaktadır. İstinat duvarları arazi üzerine büyük bir anlayış ve bilgi ile oturtulmuş ve bayırın doğal güzelliğini bozmamıştır (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976).

Bu alanı süsleyen elemanlar arasında birer anıt sayılabilecek derecede iyi kompoze edilmiş, III. Selim ve II. Mahmud nişantaşlarından başka, birinci sette bulunan büyük havuz vardır. Küçük Çamlıca, Sütlüce, Kandilli, Çırçır, Çubuklu, Silahdarağa Mesireleri, aynı tipte ve orta büyüklükte setli bahçelerdir. Hepsinde ortak olan nitelik, zeminin istinad duvarları ile farklı katlara ayrılmış olması ve bahçenin belirli bir yöne bakan bir çeşit anfiteatr oluşturmasıdır. Sütlüce ve Çubuklu'da setler Boğaza, Silahdar'da, Alibeyköyü Deresine, Çırçır'da ise vadi ve karşı bayırlara bakmaktaydı. Setler birbirine kademelerle bağlı olup, çeşitli su oyunları ve köşkler taşımakta idi. Ağaçlar kat kat setler üzerine dikilmişti. 1950'lere kadar bu yerlerin çoğu eski niteliklerini korumaktaydı.

I.3. Asma Bahçeler

Asma bahçeler incelenirken doğunun en eski bahçelerini ve özellikle Babilin asma bahçelerini hatırlamamak mümkün değildir. Eski efsane ve belgelere göre, dünyanın yedi harikasından biri olan bu bahçe, birbirine kademelerle bağlı ve anfiteatr şeklinde sıralanmış teraslardan oluşmuştu. Bu teraslar, kalın ayaklar ve duvarlar üzerine oturtulmuş kemerler ve büyük taş levhalarla elde edilmişti.
Bu dallar, asma bahçenin toprağı ve kaldırımlarını taşırlardı. Bizdeki asma bahçelerin, aynı esaslara göre yapılmış olmaları, dikkati çekmektedir. Kalın taş ayaklar üzerinde kemerler ve bunların üzerinde tonoz ve voltalar vardır. Bu tonozların sırtları, sızan suları akıtacak şekilde biçimlendirilmiş, izole edilmiş ve üzerleri toprakla doldurulmuştur. Sular, çörtenler ile sona eren kanallar ile dışarıya akıtılır veya künk borularla aşağıya yönlendirilir. Bazen bahçe alanı yetersiz olan yerlerde, yeni alan direkler üzerine oturtulmak suretiyle kazanılmış, bazan de bütün bahçe böyle ayaklar üzerine inşa edilmiştir. Bahçelerin ayaklar üzerine alınmasındaki başlıca neden, belirli bir yükseklik seviyesini korumak ve böylece öne eklenen yeni bahçeyi, eski bahçelere göre daha aşağıda ve dolayısıyla manzarasız yapmak mecburiyetinden kaçınmak zorunluğudur. (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976).

Bu tür bahçe ve terasların en önemlileri Topkapı Sarayı' ndadır. Bunlar, Sarayın Haliç cephesinin gelişmesi ve genişlemesi üzerine yer yer ve bazen biribirinin önünde yapılmıştır. İlk örnek; IV.Murad zamanında Revan ve Bağdad Köşkleri' yle birlikte, yapılan terastır. Teras büyük ayak ve tonozlar üzerine oturtularak lale veya lale bahçesi olarak tanınan eski Sofa-i Humayun ile İncirlikten daha yüksek bir düzlemde inşa edilmiştir.
Revan köşkü ile Hırkai Saadet dairesi önündeki sütunlu Sofa önünde, havuz, havuzun önünde de lale bahçesine giden yükseltilmiş yol ve merdivenler yapılmış, yolun ekseni ve büyük taş konsollar üzerine de, Sultan İbrahim zamanında, olağanüstü süslü ve İftariye Köşkü olarak tanılan kameriye eklenmiştir. Bu çardak, Türk Bahçelerinde yaygın olan motiflerden biridir ve başka yerde benzeri kalmamış olduğu için mimari tarihimiz için değeri büyüktür.
Bütünüyle teras sınırı dışında ve konsollar üzerinde bulunması da karakteristiktir. Terasın yapılış nedeni Bağdad Köşkü' dür. Hindistan'daki Türk bahçelerindeki bazı örnekleri andırmaktadır. Özellikle Ağrada Şah Cihan' ın inşa ettirdiği ve aynı çağa rastlayan Musamman Burc ve Şişmahal ile benzerliği büyüktür. Ne yazık ki İstanbul Bahçeleri, aynı devire ait oldukları halde Moğol Bahçeleri kadar iyi korunamamıştır. Teras eski kaplamasını yitirmiştir. Bu kaplamanın üzerinde eskiden su paylaşım yolları ve toplama tekneleri olduğu tahmin edilebilir. Eski parmaklıklar da değiştiği gibi, havuzun etrafındakiler de yenidir. Surname-i Vehbide görülen ve Haliç cephesini bulutlandıran çardakdan da iz kalmamıştır. (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976).

Asma bahçeler arasında yer alan ve İkballer Dairesi' nin önünde bulunan bir başka teras, yukarıda tanımlanan ilkelere göre yapılmıştır. Burada da zemin, tonozlar üzerine oturtulmuştur. Terasın etrafı çeşitli devirlerde değiştirilmiş, Veliaht Dairesi olarak tanınan odaların yapılmasıyla bir kısmı eksilmiş, balkonuna ilaveler yapılmış, zemin de yükseltilmiştir. Su kanalları bir ana kanal ve ona dikey iki yan kanaldan oluşmaktadır. Sular sonunda döşeme için oyulmuş dolambaçlı ve dekoratif bir motifte toplanmakta ve oradan künkler aracılığıyla aşağıya indirilmektedir. Su kanallarının dekoratif bir motif haline sokulması, karakteristik bir Türk adetidir ve 19. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiştir. Terasın büyük mermer levhalarıyla yapılan döşemesi içinde kapak taşlarıyla yapılmış iki ayrı desenli motif göze çarpmaktadır.

Bütünüyle asma olarak yapılan bir diğer bahçe de III. Sultan Osman’ın asma bahçesidir. Bu bahçe, 18. yüzyıl ortalarında, Hünkar Sofası önüne taş ve tuğla ayak ve kemerler üzerine oturtularak yapılmıştır. Kapsadığı alan büyükçe olduğu için kendi başına bir bahçe olarak değerlendirilebilir. Bu bahçede ilk göze çarpan konu, sonradan eklenen bir yapının verdiği olanaklar ölçüsünde aksial yapılmış olmasıdır. Bahçenin diğer iki yüzünden biri, örtülü bir geçit, diğeri de bir kafeslik bölmesi ile kapanmıştır. Bahçenin ortasında, küçük bir havuz ve onun iki tarafında, taş zemin içinden ayrılmış dörder çiçek yatağı vardır. Havuzun iki tarafında ayrıca birer mermer saksı dikilmiştir. Yerinde yapılan araştırma ve kazılar sonucunda, bahçenin zamanla bazı değişikliklere uğramış olduğu anlaşılmıştır.
Bunların biri, III. Osman Köşkü'nü, III. Selim ve I. Hamit odalarına bağlayan koridordur. Bu koridorun ilk yapıda bulunmadığı, fakat çok zaman geçmeden eklenmiş olduğu anlaşılıyor. İkinci değişiklik, çukur parterlerin yükseltilmesiyle olmuştur. Bu parterler etrafındaki yollara oranla, yarım metre kadar çukurda idiler. Büyük olasılıkla su birikintilerine karşı bir önlem olarak, sonradan aynı seviyeye yükseltilmişlerdir. Bu esnada asıl çiçek yastıklarının da şekil değiştirmiş oldukları tahmin edilebilir.
Havuz sahanlığı döşemesi eskidir. Gerek havuzun bordürleri, gerekse kafeslik ayaklarının kaideleri taş işleme tekniğe bütünüyle uygun olarak som döşeme mermeri içinden oyulmuştur. Bahçe, bugünkü durumuyla bile, Türk bahçe mimarisinin en değerli ve nadir örneklerinden biri sayılmaktadır. (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976).

I.4. Türk Bahçelerinin Genel Kentsel Tasarım ve Peyzaj İlkeleri

Sonuç olarak, Türk Bahçeleri'nin, dünya bahçe mimarisi içinde alabileceği yer
değerlendirilmiş ve yeni tasarımlar için kentsel tasarım ve peyzaj ilkeleri
oluşturulmaya çalışılmıştır.
Osmanlı Türkleri, Türk “paysagiste” bahçesini doğuran görüş ve zihniyeti, yurdumuza gelinceye kadar, etki altında kalmadan içlerinde taşımışlar ve aynı esinle buradaki kompozisyonları yaratmışlardır. Doğaya karşı duydukları saygı ve sevgi ve doğa ortasında kurdukları bahçelerde gösterdikleri itidal ve alçakgönüllüğü 19. yüzyıl başlarına kadar sürdürmüşlerdir. Natüralist bahçe ve “paysage” mimarinin bundan son iki yüzyıl öncesine kadar tek ve en eski ustaları olan Çinliler ile olan temastan Türklerin çok kez öğrenmiş olduklarını kabul etmek gerekmektedir. Ancak öğrendiklerini benimsemiş ve karşılaştıkları doğa parçasının kendi içinde taşıdığı bütün gizli güzellik ve olanaklarını en ince ve anlayışlı bir duygu ile hissetmiş ve bu alanları işlemesini bilmişlerdir. Güçlü ve duygulu elleriyle işledikleri alanlara kendi güzellik anlayışlarını aşılamışlardır. Bu natüralist bahçe sanatının ancak 18. yüzyıl ortalarında, Avrupa’ya girdiğini ve ilk olarak İngiliz Bahçesi adı altında eser vermeye başladığını hatırlatırsak, Türk paysagiste bahçesinin Avrupa ve yakın doğu sanatında alması gereken önemli yeri kolaylıkla taktir edebiliriz (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976).

Türk natüraliste bahçesi Avrupadakinden farklı olarak hiçbir zaman romantik heveslere kapılmamış, sun’i harabeler, grotesk ve exotik inşaata gereksinim duymamıştır. Bundan başka, eğimi, tarhlar ve yolları içinde kaide olarak kabul etmeyerek, düz hatları bazan büyük ölçüde bile, doğa içine çizmek cesaretini göstermiş ve burada da başarılı olmuş, yani çerçeveyi aşmamış ve uygunsuzluk yaratmamıştır. Genellikle Türk paysagiste mimarisi, işlediği doğa parçasını fazla zorlamadan, yalnız ufak tefek (retouches) ve ilavelerle etkilemeğe çalışmıştır. Bütün gücü, uygun olan yerleri seçmek ve keşfetmekte gösterdiği dirayet ve isabettedir.

19. yüzyıl sonları ve özellikle 20. yüzyıldan itibaren bu anlayış ve bilgi kaybolmuştur. Türk geometrik ve mimari bahçeleri ise bütünüyle abstre desenlere göre inşa ve tarh olunmuştur. Aslında 17. yüzyıla kadar süren ve iç bahçelerde uygulanan bu yöntem ve kural, Türk bahçelerinde 19. yüzyılın başına kadar korunmuştur.
Avrupada Romen villasından esinlenilerek İtalya, Fransa ve İngiltere manastır ve şatolarının dar teras ve avlularında oluşturulan geometrik bahçeler, ilk önce İtalya’da, 16. yüzyılda olmak üzere dar çerçevelerini aşmışlar ve büyük alanlar kaplamaya başlamışlardır. Fransa 17. yüzyılda aynı akıma uyarak, kendi kudret ve ihtişamını muazzam perspektivler, parter ve su oyunlarında aksettirmiş ve geometrik ve aksial desene dayanan bahçelerin en büyükleri değil ise de, en kudretli ve zenginlerini yaratmıştır. Bu sınırları aşma hevesinin Avrupanın büyük şehirlerine yayıldığı 17. ve 18. yüzyılda küçük geometrik bahçe yerine yavaş yavaş baroklaşan Fransız bahçesi geçmiştir.
Müslüman alemi ve etkisi altındaki yerlerde ise geometrik bahçe eski şeklini 19. hatta 20. yüzyıla kadar korumuştur. Türk bahçesi de 19. yüzyıla kadar, doğu ve müslüman bölgeleriyle olan yakınlığını muhafaza etmiştir (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976).

16. yüzyıla kadar Akdeniz havzasının müslüman, latin, rum ve frenk memleketlerindeki bahçe anlayışları birbirine yakın olmakla birlikte Osmanlı-Türk bahçelerinde bazı özelliklere sadık kalındığı göze çarpmaktadır.

Buna göre:

• Bahçe, daima küçük bir alanı kaplar, duvarlar veya binalarla çevrilmiş ve oturmaya elverişli olmak, çiçek, yemiş ve sebze vermek gibi yararlar sağlamak için yapılmıştır. Eldeki araçlar ve alan sınırlıdır, dolayısıyla ölçü küçüktür.
• Setli bahçe ve su konusunu önem taşımıştır. Müslümanlar eski bir doğu geleneği olan setler ve teraslara bahçelerinde daima sadık kalmışlardır ve bu usulü aşırı bir şekilde kullanmışlardır. Hatta set ve teraslarla yetinmeyerek, bahçelerini damlar üzerine bile inşa etmişlerdir. Su oyunları, yani havuzlar, bunları birbirine bağlayan kanallar, müslüman bahçelerinin en belirli karakteristikleridir.
• Bahçelerin çeşitli yerlerine köşkler serpiştirmek, özellikle doğuda geçerli ve yaygın olan bir uygulamadır. Doğu bahçesi, genellikle bahçe anlayışının başlangıcı sayılır. Kurak arazi, az yağmurlu iklimde, bitkilerin beslenecekleri suyun sağlanması sorunu bahçe mimarisinin başında gelmektedir. Su kaynağından veya çaylardan alınarak sun’i kanallara sevkedilmiş ve arazi bu yolla sulanmaya elverişli bir duruma getirilmiştir. Bunun için zeminin hafif eğimli olması kanalların akıntısını kolaylaştırmak bakımından gereklidir. Bu olmazsa eğim kanalların içinde yapay olarak oluşturuyor. Birbirini düz hatlarla kesen kanal şebekesi geometrik bahçe mimarisinin öncülüğünü yapmıştır denilebilir. Kanalların suyu yönlendirme ve paylaşma ödevlerine göre kesit ve genişlikleri belirlenmektedir. Yer yer ve tercihan kesinti noktalarında toplama ve yayılma tekneleri getiriliyor, bunlar zamanla süs havuzları biçiminde gelişiyorlar. Kanalların arasında kalan alanlar da aynı geometrik formüle göre planlandırılmıştır. Bu suretle geometrik bahçe sistemleri doğmuş olmaktadır. Partlar ve Sasaniler bahçelerini bu esas üzerinde kurmuşlardır. Haç şeklindeki kanal sistemi bahçe planının esasını teşkil etmiştir. İranlılar aynı ilkeyi geliştirmiştir. Haçın dört kolu arasında kalan dört alandan "Cihar bağ" sistemi doğmuştur. Bu dört bağ, dünyanın dört bucağı şeklinde kozmolojik bir düşünceye dayandırılmıştır (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976). Cihar bağ plan birçok doğu bahçelerinde esas ilke olarak kabul edilmiştir. Bütün varyasyonlar ve zaman ilerledikçe ortaya çıkan değişikliklere rağmen, bu şaşmaz iskelet kendini daima duyurmuştur.
• İki kanalın kesinti noktası bahçenin en çekici yeridir. Burada baş havuz ya da köşk bulunur. Bazen burası yapay olarak yükseltilmiş ve "cihannuma" durumunu almıştır. Çin bahçelerinde bu tümsek yapay olduğu gibi doğal da olabilir. Çoğu zaman bu tümsekler birden fazladır ve gayet büyük kompozisyonlarda birer "odak noktası" görevi görürler. Suyun daima eğimi arazi veya dağ eteklerinde kurulmuştur. Kanal sistemi, bu durumlarda bir yöne doğru uzanır. Yani esas arazi kanal eğilimini izler, ara kanallar eğime dikey durumda ve biribirine paraleldir. Bu suretle latin haçı bozulmuş ızgaraya benzer bir plan vücud bulmuştur. Böyle durumlarda bile çok kere cihar bağı sistemini koruma yönüne gidilmiştir.
• Setli Bahçeler : Arazinin eğilimi arttıkça, suların akıntısı çoğalmış ve istenilen hızı aşmıştır. Bahçe zemini ise yatay olacağına eğimli olmuştur. Kabul edilmesi imkansız sayılan bu iki nedenden ötürü, zemin yatay tabakalara bölünmüş ve kademelendirilmiş, alan istinad duvarlarıyla tutulmuştur. Bundan da "setli bahçeler" doğmuştur. Kanallara, kısaltılmış boyları içinde normal akıntı sağlamak mümkün olmuş ve üstelik bahçeyi zenginleştiren birçok eleman kazanılmıştır. Bunlar kanalların setten sete geçerken zorunlu olarak ortaya çıkaracağı çağlayan ve şelaler ile setlerin kenarlarında üstün görüş ve ferahlık sağlayan noktalardır ki, buralara köşkler ve kameriyeler oturtmak fırsatı kaçırılmıştır.
• Yollar : Bahçelerin en karakteristik taraflarından biri, yollarının daima yükseltilmiş ve kaldırımlı olmalarıdır. Bu durumu, zemini sulamak, hatta çoğu zaman tamamiyle su altında bırakmak zorunluğu doğurmuştur. Bir sulama tekniğinden doğan bu usül, bütün doğa bahçelerinde uygulanmış ve bahçelerin mimarisi üzerinde etkili olmuştur. Bend ya da set biçimindeki yolları sayesinde, bahçe planı uzun süre geleneksel aksiyalite ve düzenini koruyabilmiştir.

I.4. İstanbul’da Ünlü Bahçe, Mesire ve Parklar

İsimleri aşağıda yazılı Bahçelerin büyük kısmı bugün mevcut değil, bazıları ise harabe şeklinde durmaktadır. İsimler yerli dökümantasyondan ve belgelerden elde edilmiştir. Yabancı yazarlar, daha çok 18. ve 19. yüzyıllarda İstanbul’a rağbet gösterdiklerinden, eski bahçeleri ancak bakımsız ya da terk edilmiş bir halde görmüşlerdir. Örnek olarak, Karaağaç Sarayı ve Bahçesi 19. yüzyıl başında bütünüyle harab, fakat yerinde idi. 18. yüzyılda Üsküdar Sarayı bahçesinde köşkler sökülmüş, bahçe bakımsızdı. 19. yüzyıl başlarında Beşiktaş Sarayı’nın bahçeleri kendi hallerine bırakılmış durumda, fakat mevcuttu. Saraya ait bahçelerin sayıları devirden devire değişmiştir.

Uzunçarşılı İsmail Hakkı Emiri tasnifinden ve H. 998 (1590 M.) senesine ait bir mühimme defterinden yararlanarak 16. yüzyıl son yarısında Has Bahçe’lerin sayısının 39 olduğu saptanabilmektedir. Fakat 17. yüzyıl ortalarında bu bahçelerin sayısı 61’e çıkmış görünmektedir. Evliya Çelebi’ye göre Hasbahçelerin sayısı 21, mesirelerin sayısı 30’dur.

Evliya Çelebi zamanındaki Hasbahçeler: Tersane Bahçesi, Karaağaç Bahçesi, Mirgüne Bahçesi (Kağıthane), Halkalı Bahçesi, Siyavuşpaşa Bahçesi, Fitreköy Bahçesi, Davutpaşa Bahçesi, Sani Bahçesi, Haramidere Bahçesi, İskender Çelebi Bahçe, Dolmabahçe Bahçesi, Beşiktaş Bahçesi, Tokat Bahçesi, Sultaniye Bahçesi, Çubuklu Bahçesi, Kandilli Bahçesi, İstavroz Bahçesi, Üsküdar Bahçesi, Çamlıca Bahçesi, Fener Bahçesi olarak tesbit etmiştir (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976).

Mesireler ise: Yenikapı Mesiresi, Bayrampaşa Mesiresi, Kasımağa Mesiresi, Topçular Mesiresi, Yaveri Mesiresi, Eyüp Bahçesi Mesiresi, Kağıthane Mesiresi, Levend Çiftliği Mesiresi, Baruthane Mesiresi, Emirgüne Mesiresi, Bendderesi Mesiresi, Çaybaşı gezinti yeri Mesiresi, Su Kemerleri Mesiresi, Sultan Osman Havuzu gezinti yeri Mesiresi, Istranca dağları Mesiresi, Selim Han Mandırası Mesiresi, Terkos gölü Mesiresi, Kiteliköy Mesiresi, Türkeşe Mesiresi, Çekmece gölleri Mesiresi, Okmeydanı Mesiresi, Akbaba Mesiresi, Ali Baba Mesiresi, Dereseki Mesiresi, Altındağ Mesiresi (ELDEM, S.H., “Türk Bahçeleri”, 1976).

No comments: