Tuesday, January 8, 2008

XV. – XVIII. YÜZYILLARDA, İÇ ve DIŞ SAVAŞLARIN ŞEHİRSEL YAPIYA ETKİLERİ

XV. – XVIII. YÜZYILLARDA, İÇ ve DIŞ SAVAŞLARIN ŞEHİRSEL YAPIYA ETKİLERİ

Doç. Dr. Mehmet Tunçer

21 yaşında bir hükümdar olan Fatih Sultan Mehmed’in 1453 yılında İstanbul’u fethetmesi ile, birçok tarihçiye göre Ortaçağ son bulmuş ve Yeniçağ başlamıştır. Bu tarih aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun “Yükselme Dönemi” nin başlangıcı olarak da anılır.
Fatih’in İstanbul’u fethi ile sultanlıktan ve “beylikten” padişahlığa ve hakanlığa yükselen II. Mehmed, ileride Arap ülkeleri de imparatorluk sınırı içine alınınca “padişahlık” yanısıra “halifelik” de eklenmek suretiyle çok geniş ülkelerin hükümdarı olmuştur. Bütün Anadolu yarımadası artık tamamen Türklerin ana vatanı niteliğini almış, Balkanlarda da Selanik’in batısındaki Vardar vadilerinden kuzeye, yani, Tuna nehrine ve bunu takiben Karadeniz’e çıkan bir çizginin Anadolu kısmı “RUMELİ” olarak isimlendirilen topraklar, şehir ve kasabalar Osmanlı’nın hükümdarlığı altına girmişti.
Güneydoğu da ise; Şam, Halep, Diyarbakır, Van, Kars, Erzurum çevrelerini içine alarak gelişen Osmanlı artık tüm kurumlarıyla en gelişkin dönemine girmiştir.
XV. yüzyılın son yarısı içinde devletin yüksek yönetimi, vezirlikler başta olmak üzere, ağırlıklı olarak ele geçiren batılı (Hıristiyanlıktan dönme) kişilere geçmişti [1].
Osmanlı ordusu bu dönemde, İmparatorluğun sınırları içine giren ve başlangıçtakinin kat kat geniş olan toprakların bekçiliğini üstlenmiştir. Ege, Marmara ve Rumeli alındıktan sonra buralardaki eski Bizans şehirlerinin Türkleşmesi ve yeni şehirler kurulmasında görülen başarılar, Türk şehir topluluklarının genişlemesinde yeni bir devir açmıştır. Ege yöresinde kurulan beyliklerin başşehir yaptıkları yerler ve Osmanlı eline geçen yerlerdeki şehirler Türk Ahi-esnaf derneklerinin yaptıkları uygulamalar ile karakteristik birer Türk şehri haline gelmişlerdir. İstanbul’un alınmasından sonra; meydana gelen yeni üçlü başşehirler, İstanbul-Bursa-Edirne, Selçuki Türkiyesi Konya-Sivas-Kayseri üçlüsünden farklı olarak, Anadolu şehirlerinin pek çoğunun eski parlaklıklarını kaybettikleri söylenebilir. Zenaat, ticaret ve başka ekonomik gelişmeleri yönünden de ötekilerden çok üstün durum kazanan bu üçlü şehirler, refah bakımından ülkenin her yanının birbirine eşit olmadığının bir göstergesidir.
Anadolu, batıdan doğuya gidildikçe gittikçe daha fakirleşen, ıssızlaşan bölgelere dönüşmüştü. İstanbulun fethinden sonraki elli yıl içinde, Türk şehirleri belli kurallara dayanan uzun ömürlü biçimlerini kazanmışlardır. Ege ve Rumeli’nin fethi ile İmparatorluk şehirlerinin nüfusu en azından ikiye katlanmış olmalıdır. Güçlü ordu ve donanmanın varlığı ile eskiden görülmemiş biçimde sistemli ve kapsamlı bir fetih ve Türkleştirme hareketi kentlerin bünyesinde önemli sayılabilecek değişiklikler oluşturmuş, Cuma Camisi, Bedesten ve Hanların yapımı ile tipik Osmanlı -Türk kenti oluşumu etkin bir şekilde sürdürülmüştür. Osmanlı’nın bu döneminde, “Hünkar Kalesi’nden toplarını şehirlerin üzerine çevirmiş hazır bekleyen dizdar ve onun kale erenleri, şehir subaşısının ases başıları kumandasındaki ases bölükleri, Gazi padişahın en sadık kuvvetlerini ifade eden kızıl börklü sipahiler (timarlı) ile yaya ve müsellemler devlet otoritesini bütün azameti ile ifade ediyorlardı”[2].
1453’den itibaren artık imparatorluk düzeni başlamakta ve yeni dönemin fetihleri, geçen 150 yıldan fazla bir süre içinde odak noktası Konya-Kayseri-Sivas çevresinden, Marmara çevresine kayan ülkenin sosyal ve kültürel etki gücü ulaşabileceği sınırlardan da öteye geçmiştir. Romanya (Tuna nehri kuzeyi), Arnavutluk, bütün Sırbistan, Macaristan, Asya’da Suriye, Irak, Mısır ve bütün Arabistan, Karadeniz’in kuzeyinde Kırım gibi Anadolu için o zamanın taşıma ve haberleşme araçlarına göre çok uzak yerlerin Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nun büyük birer bölümlerini oluşturduğu düşünüldüğünde meydana gelen sosyo-kültürel değişikliklerin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Kuzey-Afrika’nın İmparatorluğa bağlanışı, askeri bir fetihten ziyade, Akdeniz Türk korsan denizciliğinin –ki devlet kontrolünde idi- bir başarısı olarak ele alınmalıdır. Osmanlı-Türk deniz hakimiyeti, devlet donanması ile serbest korsan donanmasının Yavuz Sultan Selim ve oğlu Kanuni Süleyman devrinde birleşmeleri ile gerçekleşmiştir.
İmparatorluğa bağlanmış bulunan bu uzak diyarlardaki Osmanlı-Türk siyasi yönetiminin sürdürülmesi için ülke yönetimi aşağıdaki yükümlülükleri üstlenmiştir:
Büyük fetih seferlerinin insan gereksinimini karşılamak,
Savaş ve fetih harcamalarına sürekli ekonomik olarak dayanmak,
Anavatan çevresinden çok uzakta fethedilen yerlerin bekçiliğini yapmak,
yeni alınan ülkelerin uygun yerlerinde koloniler oluşturmak.

Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulması ve yaşatılması uğrunda ordu yoluyla yapılan çabalar karşılığında, tarım dışı kırsal kitlelere iş ve barınak bulunması zorunlu olmuştur.
Anavatan nüfusunun seyrelmesi, Anadolu’nun ekonomik ve sosyal-siyasi olarak canlılığını yitirmesi gibi tarihi olgularla karşılaşılan zararlar da göz önünde bulundurulmalıdır.

Osmanlı Ordusu’nun yaklaşık onda biri, hıristiyan çocuklardan yetiştirilmiş “Yeniçeri Ocağı” (Hünkar Kuvvetleri)’ndan oluşmaktaydı. Devletin resmi hüviyeti, bir İslam İmparatorluğu olmasına rağmen, gerek askeri ve gerekse diğer sivil görevlerde öteki İslam devletlerinden de hemen hiç faydalanılmamaktaydı.
Kanuni Sultan Süleyman valilere yolladığı fermanlarda eyaletlerdeki devlet görevlerine sadece “Rum Yiğitlerinden” (Anadolu Türklerinden) adam yazıp götürmelerini ve her görev için, bir asil, bir de yedek (mülazım) bulundurmalarını, yerli halka asla iş verilmemesini açık bir şekilde emretmiştir. Rumeli’de Budin, Asya’da Şam, Bağdat, Şehrizur, Afrika’da Kahire, Cezayir gibi anavatandan çok uzak yerlerde bekletilen yeniçeri bölükleri ve diğer “Kale Erenleri” halis Türk ve özellikle Anadolu ahalisinden toplanıp götürülmekteydiler. Bu uzak diyarlara sancakbeyi, beylerbeyi olarak verilenler, görevlerine yollanmadan önce, Anadolu’ya “Kapu Ağaları” nı yollayıp, defter açtırarak, ulufe ile kapı halkı yazdırırlardı.
Fatih Dönemi Osmanlı Ordusu çağın en modern ordularından biri sayılmaktadır. En son icat edilmiş ataşli silahlar ve toplar kullanılmaktadır. İleri bilim ve teknik ile üstün bir ordu ve donanma geliştirilmişti.
1473 tarihinde Osmanlı Ordusunun Akkoyunlular üzerine doğuya sefere çıkmasını fırsat bilen yüz gemiye yakın bir Hıristiyan (Venedik, Papa, Napoli, Rodos) filosu, Uzun Hasan ve Karamanoğlu Kasım bey ile anlaşarak, ülkenin güney kıyılarına yanaşıp, önce Antalya ve sonra İzmir şehirlerini yakıp yıkmışlar, halkı kılıçtan geçirmişlerdi. Karaman kıyılarında sıralanan küçük kaleler birer birer zaptedilmiş, bağ ve bahçeler yakılıp yıkılmıştı.
Mısır Memlük Sultanları, Güneydoğu Anadolu Türkmenlerine buyrukluk etme siyasetlerini yürütmek için Osmanlılarla giriştikleri kavgaya II. Bayazid zamanında hız verdiler ve ülkeye hücum yeri olarak da hep Çukurova’nın Toroslar’dan Karaman Vilayetine açılan yolları seçtiler.
Mısırlılar bu dönemde Osmanlıları yıldırmak için, İçel dağlık bölgesini ve Adana Türkmenlerinin başbuğu olan Ramazanoğullarını kendilerine destek yapmalarına karşılık, Osmanlılar da Kölemenleri güney bölgesine sokmamak yolunda Dulkadiroğulları’na güvenmekteydiler. Bu çatışmalarda, Malatya, kayseri, Kırşehir, Çorum ve Sivas illeri ile Kayseri – Bozok (Yozgat) arasındaki yerleşmelerde kentsel doku harap hale gelmişti. Anadolu sınırları içinde, güneydeki Halep, Urfa, Elbistan, Malatya çevremiz uzun karışıklık yıllarında, Bağdat-Tebriz veya Şam-Kahire yönlerinden gelen zorlamalarla Anadolu’dan ayrılmak istenmiş olsa da Fatih Sultan Mehmed’in büyük başarıları sayesinde eski milli-siyasi birliğine yeniden kavuşmuş bulunan Osmanlı ülkesine dönmek zorunda kalmıştı.
Selçuki düzenliği çöktüğünden beri, anavatan yerine, Mısır’dan gelen siyasi baskılara boyuneğegelen Çukurova ile Halep-Maraş-Divriği çevresinin Osmanlı ülkesine katılmaları, Yavuz Sultan Selim’in 1516’da Memlük hükümeti üzerine açtığı seferde kazanılan büyük başarıların sonuçlarından en önemlisi idi.
Osmanlı İmparatorluğu, bütün Mısır’ı ve Arap Yarımadasını devletin sınırları içine aldıktan sonra, bu kez, Türk toplumunu Arap toplumundan ayırmakta bulunan Güney Anadolu-Suriye sınırları zaman zaman belirsizliğini sürdürerek XX. Yüzyılın ilk yarısına kadar devam etmiştir[3].
Yavuz Selim’in, 1514 nisanında, İstanbul’dan yola koyulmasıyla başlayan ve Ağustos’un sonuna doğru Çaldıran’da Kızılbaş Türkmen ordusunun bozgunu ile biten bu seferde ordu Tebriz’e girmiştir. Ülkenin bütün o bölgesini etkisinde tutan tarihi büyük Erzurum şehri de uzun bir ayrılıktan sonra bu savaş sonrasında doğu bölgesinin merkezi haline gelmiş ve gelişimini sürdürmüştür. Diyarbakır, Selçukiler zamanındaki gibi doğuda gene büyük bir eyalet merkezi halini kazanmıştır. Bundan kısa bir zaman sonra da, Mardin, Urfa, Rakka ve Musul da ele geçerek, Selçukiler devrinin tarihi sınırlarına ulaşılmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın önce Tebriz’e ve sonra Bağdat’a girdiği 1534 seferi, doğuda Van, Erciş ve başka küçük yerleşimlerin Osmanlı ülkesine bağlanmasını sağlamıştır. Van ile çevresini Türklere bırakan Türkiye-İran sınırı, geçici bozulmalara rağmen bir daha değişmemiştir.
Yeniçağ’da anavatan toprakları çok büyümüş, devletin sınırları Ege Denizi kıyılarına ve oradan Rumeli’nin ötelerine dayanmış bulunduğundan dolayı, ülkenin batı ile ilişkilerinde sadece siyasi değil ekonomik bağları da gelişmiştir. Bu da özellikle batı ile ekonomik bağlarını sürdüren şehirlerin (Edirne, İstanbul, Bursa, İzmir vd) sosyo-kültürel açıdan olduğu kadar mekansal açıdan da gelişmelerini, han, hamam, bedesten, cami gibi kamusal / yarı kamusal yapılarla bezenmelerine olanak sağlamıştır. Kentlerde Ahi’liğin giderek yerini alan Lonca sisteminin getirdiği örgütlenmelerle, zenaat grupları belirli sokaklarda, hanlarda ve bedestenlerde yoğunlaşarak şehirlerin ticari merkezlerinin gelişimine neden olmuştur.


OSMANLI-TÜRK ŞEHRİ MEKÂNSAL YAPISI TEMEL KARAKTERİSTİKLERİ

Temel biçimlenmesi, 14. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşen ve bundan yüz yıl öncesine kadar geleneksel özelliğini koruyan Osmanlı-Türk şehrinde çarşı alanındaki ticaret yapıları; dükkânlar, hanlar ve bedestenden oluşmaktaydı. Bedesten; hemen hemen çarşının en merkezi kesiminde yer alırdı. Çarşının büyüklüğüne göre cami sayısı artar, şehrin en büyük cami ya da camileri çarşıda yoğunlaşan kesimlerin yakınında konumlanırdı[4].
Anadolu'da çok köklü bir ticari yapı geleneği bulunmaktadır. Bu gelenek çağlar boyunca, toplumun yaşantı ve görüşleri ile bağımlı olarak gelişmiş ve değişmiştir.
Antik Çağ; meydan ve sokakları ile dışa dönük bir kültürü yansıtır. Orta Çağ; Selçuklu Devri ve daha sonra Osmanlı Kültürü, sokak ve avlu düzeni ile daha çok içe dönük bir hayat görüşünün mekânsal yansımasıdır. İç ve dış mekânlar adeta birbiri ile özdeşleşmiş gibidir [5].
Osmanlı - Türk Şehri örneğinde, bu bütünleşme çalışma yerleri için de geçerlidir. Sokak, ticari eylemlerin mekânsal dağılımında temel bir öğe olarak görülmektedir. Esnaf grupları, özelliklerine ve lonca düzenine göre kendilerine özgü sokaklarda, giderek çarşılarda yoğunlaşmıştır.
Ancak, büyük ölçekli ticari yapıların (han, bedesten, hamam vb.) yakın çevre ile uyuşumu, birbirleri ve diğer yapılarla ilişkileri açısından bir planlama düzeyine erişilememiştir.
Ticari yapılar, belirli bir amaç için yapılmış olup, fonksiyon bakımından o zamanki verilerle uyum içindedirler. Ancak belirli bir tasarım düşüncesini ya da mimari düzen çabasını yansıtmazlar.
Şehir, merkez ve mahalleleri ikilisi ötesinde, bir mekânsal organizasyon göstermemektedir. Bu bakımdan Selçuk ve Osmanlı Şehirleri benzerlik gösterirler. Osmanlı Klasik Çağı'nda tek yapı mimarisinde büyük gelişmelerin yanı sıra, “Bursa Ekolü” deneyiminden sonra, külliyelerde başarılı ve ustaca organize mekânlara erişilmiştir. Ancak bu beceri, bir merkezin tümünü içermemiştir.
Osmanlı - Türk Şehir Merkezi'nin sabit göstergesi, "merkez camii" (cuma camii) ve "Bedestan"dır. Arı bir Osmanlı tipi olan "Bedestan", gerçekten çarşının odak noktası ise de Bedestansız şehir örnekleri de vardır.
Ticaret merkezi, bu iki yapının etrafında gelişir. Dükkânlar, bunlara yapışık veya ayrık düzende yerleşmişlerdir. Cami ve dükkân ikilisi, ticari ve kültürel fonksiyonların bir cins bileşimidir. Caminin yarattığı talep ile dükkânlardan elde edilen kâr, caminin bakımı için vâkıfa dönüşerek sürecin bütünlüğünü gösterir. Merkezin önemli yapıları arasında ilişki yoktur ve bir planlama bilinçsizliği söz konusudur.
Bedestenlerin işlevleri ile birlikte Osmanlı ticari yaşamındaki yerleri aşağıda özetlenmiştir:
· Bedestenler, “Lonca” ların devletle ilişki ve bağlantısında da önde gelen bir kuruluştu,
· Bedestenler yarı resmi bir ticaret kuruluşuydu ve şehirlerde ticaretin ağırlık merkezinin düğümlendiği yerlerdi,,
· Bedestenler ticari yaşamda; yapılarının mimari özelliğiyle, değerli ticaret mallarının güvenceye alınışının, ticari eylemler bakımından da, doğruluk ve kurumsal güvenirliliğin temsilcisiydi,
· Esnaf kuruluşları sözcülerinin en başta geleni “Bedesten Kethüdaları” idi,
· Bedestenler, günümüz bankalarının kiralık kasaları benzeri gereksinimleri karşılardı ve kıymetli mallar borsası durumundaydı,

Özellikle, İstanbul’da bedesten kethüdaları, para rayicine ait düzenli kayıt tutmaları bakımından, para borsasını izlemekle ilgili bir yetkili durumunda bulunmakta, böylece, bir bakıma, bu günkü bankaların para değerini izleme ile ilgili işlemlerine benzer bir görev yürütmekteydi.
“Çarşı“ kelimesi “dört sokak” anlamına gelen, kökeni Farsça “Cihar-suk” kelimesinden oluşur. Alış veriş amacı ile oluşturulmuş ve genellikle iki tarafı dükkânlarla sınırlandırılmış sokak veya meydanlara çarşı denilmektedir. Çarşı her zaman yolun iki tarafındaki dükkânlardan oluşmayabilir. Tek sıra dükkânlardan ibaret çarşılar da vardır. İstanbul Süleymaniye külliyesindeki Tiryaki Dökümcüler Çarşısı gibi.
Çarşılar dükkân adını verdiğimiz ticaret birimlerinden oluşur. Pazarlarda ise satılan meta bir gölgelik altında, korunmuş mekânlarda satışa sunulur. Çarşı, yerleşik bir geleneğin, Pazar ise göçebe bir geleneğin ürünüdür.

1. Üstü Açık Çarşılar: Bir başka yapı ile birlikte ve genellikle zemin katı kullanan tek sıra dükkan tipi (Örnek: Süleymaniye Medresesi Altındaki Tiryaki Çarşısı, İstanbul'da Çuhacı Han, Simkeşhane, Edirne'deki Rüstem Paşa Hanı, Ekmekçizade Ahmet Paşa Kervansarayı, Bursa'da ki Pirinç Hanı altındaki dükkanlar, Lüleburgaz'da Sokullu Hamamı etrafındaki dükkanlar).

2. Bir başka yapı altında, açık ve kapalı dükkan tipi (Örnek: İzmir'deki Şadırvan, Başbudak, Kestanepazarı Camileri ile Bor'daki Paşa Cami altındaki dükkanlar).

3. Bir yol üzerinde karşılıklı iki dükkân tipi (Örnek: Lüleburgaz Sokullu Külliyesi, Ilgın'daki çarşının bir kısmı ile Sulu Han'ın önündeki Uzun Çarşı).

4. Kapalı Çarşılar: Üstü örtülü sokaklar ve bu sokaklarda sıralanan dükkan tipi; Niğde ve Bursa'da Payas ve Ilgın'da bu tür kapalı çarşılar bulunmaktadır. Edirne, Ali Paşa Çarşısı ve Arastası da bu tipe bir örnektir.

5. Bedestenler: Üstü kapalı tek hacim halinde en basit tip; (Örnek: Ereğli Bedesteni).
n Ortasında revaklar bulunan etrafı dükkânsız tip; (Örnek: Gelibolu Bedesteni, İstanbul Sandal ve Galata Bedestenleri).
n İç ve dış kenarlarında dükkân olan tip; (Örnek: Kütahya, Isparta, Vezirköprü, Tokat ve Ankara Bedestenleri).
n Ortası direkli, iç kenarında mahzen şeklinde odalar ve dışarıda da bir sıra dükkân bulunan tip; (Örnek: İstanbul Eski Bedesten, Bursa ve Edirne Bedestenleri).
Sonuç olarak; sürdürülen askeri seferler, bazı şehirlerin ekonomik olarak gerilemesine (Edirne, Konya, Sivas gibi), bazı şehirlerin ise (İstanbul, Bursa, İzmir, Diyarbakır, Bağdat vd) gelişmesine neden olmuştur. Bu gerileme ve gelişme şehirlerin mekansal yapısına fiziki olarak yansımış, ekonomisi gelişen şehirlerde yeni külliye, ticari merkezler oluşurken, gerileyen şehirlerde var olanlar dahi çöküntü alanı haline gelmişler, terkedilmişler, işlevlerini sürdürememişlerdir. Yerleşimlerin ticari merkezleri gelişirken, şehir konut dokusunda da özellikle gayr-i müslimlerin (Ermeni, Rum, Yahudi vb) oturduğu kesimler (İstanbul’da Fener-Balat-Galata gibi) zengin mimari örneklerle gelişmişlerdir.
Ekonomisi gerileyen şehirlerde ise konut dokusu, terk edilmeler, göçler, yangınlarla bakımsız hale gelmiştir. Ankara, Tokat, Amasya gibi şehirler bu gerilemeye örnek olarak verilebilir.
[1] AKDAĞ, M., 1979, “Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi”, Cilt 2 (1453-1559), S.31-32.
[2] AKDAĞ, M., 1979, y.a.g.e., S. 37.
[3] AKDAĞ, M., 1979, y.a.g.e., S. 153.
[4] TUNÇER, M., 2006, TARİHSEL ÇEVRE KORUMA POLİTİKALARI : KONYA,
Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları No: 101, S. 9-10.

[5] TANKUT, G., 1973, “Osmanlı Şehrinde Ticari Fonksiyonların Mekansal Dağılımı”, VII. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, T.T.K. Yay., 9. Seri, 7/2 sayı, T.T.K. Basımevi, Ank., S.773-779.

No comments: